Eminim sizler de bunu defalarca gözlemlemişsinizdir. Ben de görüyorum ve her gördüğümde şaşırıyor, aynı şeyi düşünüyorum.
Yemekten, karnımızı doyurmaktan söz ediyorum. Yaşadığımız her gün bıkmadan, usanmadan, durmadan yiyiyoruz. Sabah kalktığımız anda başlıyor karnımızı doyurma uğraşısı, koşuşturması, uyuyana kadar da sürüyor. Hatta bazen uykudan uyanıp, yiyiyor sonra uyumaya devam ediyoruz. Ertesi gün yine sıfırdan başlıyoruz yemeye, ertesi gün yine, sonraki gün yine, yine… Ölene kadar hiç durmadan yiyiyoruz!
Peki nedir bu hiç bitmeyen yeme-içme, karnımızı doyurma çabası? Herkes, her an, her yerde durmadan karnını doyurmak peşinde. Dünyanın her yerinde, her insan bunu hiç aralıksız yapıyor, yapmaya çalışıyor. İnsanı, “karnını doyurmaya çalışan, sürekli yiyen bir varlık” olarak tanımlayabiliriz! Bu durumun elbette yanlış olduğunu söylemiyoruz, yanlış-doğru değerlendirmesine tabi tutulacak bir durum değil çünkü, biyolojik varlığımızın zorunlu koşulu. İnsanın temel içgüdüsü yaşamak; bunun için yemek, canlı kalmak zorunda. Ama şöyle bir karşıdan (örneğin, başka bir gezegenden, başka bir varlık olarak!) baktığımızda, şöyle bir düşündüğümüzde bu durum aslında ilginç değil mi?
Günün özellikle yemek zamanlarında çalıştığım üniversitenin öğrenci ve çalışan yemekhaneleri, kafeteryaları vb. beslenme alanları içindeki-dışındaki kuyrukları ve insanların “harıl harıl” yiyip içmelerini gördükçe, kendimi “başka gezegenden gelen bir varlık yerine koyup”, dünyadaki bu yemeye-içmeye dayalı hayat üzerine düşünüyor, hayatta kalmak, canlı olmak ve daha önemlisi insan olmak kavramlarını bir de bu açıdan sorgulamaya çalışıyorum.
Konuyu şöyle açabiliriz:
Yemek-içmek yani kabaca karnımızı doyurmak diye çok önemli bir gerçeğimiz var. Evet, hayatta kalmak için karnımızı doyurmak zorundayız; bunun başka bir seçeneği yok. Bunun için de genel olarak günde en az üç kez yiyiyoruz. Kuşkusuz, arada küçük atıştırmalar da yapıyoruz. Karnımızı doyurmak bizim canlı kalmamızı sağlıyor. Bir başka deyişle, canlı kalmak için karnımızı doyurmak zorundayız.
Bu durumda dünyayı iki gruba ayırabiliriz: Canlılar ve cansızlar. İşte canlı olmanın ve kalmanın, bu türün bir üyesi olmanın temel gereği doğal olarak yemek, karnımızı doyurmaktır. Ancak bunu sadece insan yapmıyor ki! Tek hücreli canlıdan en karmaşık yapıdaki hayvana, bitkiye kadar her canlı yapıyor; karnını doyuruyor, doyurmaya çalışıyor; bunu yapmak zorunda çünkü. Dolayısıyla karnını doyurmak “her canlının” ortak yaşama ve davranış biçimidir. Karnını doyuran, doyurmaya çalışan her varlık canlı türünün bir üyesidir. Şöyle de söyleyebiliriz: “Karnını doyurmaya çalışan varlıklara canlı denir.”
İşin ilginç olan tarafı da zaten bu. Karnımızı doyurmak bizi sadece canlı yapar, yani canlı türünün bir üyesi yapar ama “insan” yapmaya yetmez. İnsan olmak bunun ötesinde bir şey. O, sadece canlı değil aynı zamanda insandır. İnsan, karnının yanı sıra hatta ötesinde asıl, kafasını doyuran, doyurması gereken bir varlıktır. Çünkü insanı insan yapan kafasıdır, yani aklı ve ruhu. Evet, insan olmak için öncelikle canlı olmak, canlı kalmak zorundayızdır ve bunun için de karnımızı doyurmak gerekir. Ancak sadece bunu yaptığımızda insan olamıyoruz, sadece canlı oluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi bunu bütün canlılar yapıyor.
Peki, nedir insanı canlının ötesinde canlı yapan, “insan” yapan şey?
Hepimiz biliyoruz ki, bu kafadır, yani akıl, bilinç, düşünme ve ruhtur (duygulardır). İnsan dediğimiz varlık sadece karnı ile değil aynı zamanda kafasıyla, yani aklı ile düşünerek yaşayan varlıktır. Düşünmeden yaşayan varlığa canlı diyoruz, düşünerek yaşayana ise insan. Diğer canlılardan farklı olarak yaptığımız tüm eylemleri (bilimi, sanatı, teknolojiyi, felsefeyi, inanmayı, etik değerler üretmeyi, duygular (ruh) geliştirmeyi, tavır almayı, sevmeyi, geleceği planlamayı, tarihi yapmayı, kültürü üretmeyi vb.) akıl, bilinç ve düşünme ile yaparız çünkü. İnsan düşünerek yaşayan bir canlıdır. O, bilinci ile yaşayan, aklı ile yaşayan canlıdır.
O zaman şöyle de söylenebilir: İnsan sadece karnını doyuran değil, aynı zamanda kafasını doyuran, doyurması gereken canlıdır. Bir başka deyişle, insanı diğer canlıların ötesine taşıyan, ayıran şey karnının yanı sıra kafasını doyuran varlık olmasıdır. Üstelik bu gerçek her insan için geçerli, zorunlu bir gerçektir. İnsanım diyen, insan olduğunu düşünen her canlı için söz konusudur.
Açıkça söylenebilir: Sadece karnını doyurana “canlı” denir; hem karnını hem de kafasına doyurana, doyurmaya çalışana “insan.” Belki de bu önermeyi biraz ileri taşıyıp, “kafamız kadar insanızdır,” bile diyebiliriz.
Yanlış anlaşılmasın: Canlı olmak kötü bir şey değil, mesele sadece canlı olup insan olamayışımızdadır. Yani sadece karnımızı doyurup, kafamızı doyurmayışımızdadır.
Şaşkınlığım şu: İnsanı insan yapan karnı ve kafası ise, üstelik bu ikisi eşit derecede ağırlığa sahipse, neden karnımızı doyurmak için bu kadar uğraşıyoruz da kafamızı doyurmak için aynı ölçüde (belki de hiç) uğraşmıyoruz? Yani karnımızı doyurmadaki iştahımız kafamızı doyurmada neden yok?
Hani nasıl yemekhanelere, lokantalara, kafelere koşuyor, yemek masalarına oturuyorsak, keşke aynı istek, kararlılık ve süreklilikle, ölene kadar, her gün, günde en az üç kez kafamızı da doyurmaya çalışsak. Yemekhanelere, lokantalara, kafelere, yemek masalarına, mutfaklara koştuğumuz gibi kütüphanelere, kitabevlerine, tiyatrolara, konserlere, sergilere, diğer eğitimsel ve kültürel etkinliklere koşsak, bıkmadan okusak, düşünsek.
Bu anlamda beni en çok sevindiren şeylerden birisi de kitap fuarlarıdır. “Her şey bir yana, insanlar kafalarını doyurmak için neredeyse birbirlerini çiğniyor, ne güzel!” derim. Sinema, tiyatro, konserlerde de aynı şeyi düşünürüm hep.
Karnımızı yiyecek ve içecekle, kafamızı ise bilgi ile doyururuz.
Bu arada, karın doymadan kafa doyurmanın peşine düşemeyeceğimizi, önceliğin karında olduğunu düşünenler olabilir. Bu, sanki “canlının” önceliği gibi. Oysa “insan”ın önceliği kafa doyurmak mı olmalı acaba? Ve kafamız doymadan karnımızı doyuramayabiliriz ki? Dünyada tüm insanlara yetecek kadar yiyecek olduğu halde, hala büyük bir açlık ve eşitsizlik sorunu olmasının nedeni yeterince bilinçli olamayışımızdan, ekmeğimizi elimizden alanları, bizi aç bırakanları göremeyişimizden, bilinçsizliğimizden, kafamızın aç olmasından değil midir biraz da? Ayrıca, karnı tok olan ama kafası aç olan milyonlarca insan yok mudur? Yani karın tokluğu elbette çok önemlidir, yaşamsaldır ama kafa tokluğunun garantisi değildir.
Belki kafamızı doyurmanın toplumsal bir sorun olduğu, bunun toplumsal koşullarının yetersiz olduğu da söylenebilir. Bu gerekçe elbette doğrudur. Ancak kafamızı doyurmaya çalışmak için bir kitapla başlamak yeter. Ve bu da yaşadığımız yerde bize bir kütüphane ya da bir arkadaş uzaklığındadır, bir sigara parasında. Öyle değil mi?
Kısaca, mesele, canlı olmak kadar ve belki de daha önemlisi insan olmaktır. Mesele, karnımızı doyurmak kadar kafamızı da doyurmaktır. Çünkü insan dediğimiz varlık kafasıyla, aklıyla, bilinciyle ve ruhuyla yaşayan, bunlarla insan olan varlıktır.
Sorun biraz da bu gerçeğin farkında olamayışımızda yatıyor galiba.
Hem insan olmanın bir tadı, akıl ve duyguyla, kafa ile yaşamanın kendine özgü bir güzelliği vardır. Kafamızı doyurmaz ve dolayısıyla insan gibi yaşamazsak, sadece karnımızla yaşarsak insan olmanın tadına nasıl varırız?
Şöyle bir cümle anımsarım: “Kendi acısının farkında olan canlıdır; başkasının acısını da duyumsayan ise insan!” Aradaki fark duygusal düzlemde böyledir örneğin.
Buraya kadar yazılanları birey düzeyinden rahatlıkla toplum düzeyine de taşıyabilir, konuyu “canlı topluluk-toplum” ayrımında da düşünebiliriz. Sadece karnını doyurma çabasında olan toplum bir “canlı topluluğunu” ifade ederken (çünkü tüm canlılar neredeyse topluluk halinde yaşar), kafasını doyurmaya çabalayan topluluk ise “insanlaşmış/uygarlaşmış topluluk”, yani toplum olarak tanımlanabilir.
Kafa yani akıl, düşünce ve ruh insanı ve toplumu sadece insanlaştırmaz aynı zamanda geliştirir, yani uygarlaştırır. Bir başka deyişle, sadece karnını doyurup kafasına doyuramayan birey ve toplum uygarlaşamaz.
Karar vermeliyiz: Sadece canlı mı olacağız, yoksa canlı olmanın ötesine geçip insan mı?
Kanımca, hem birey hem de toplum düzeyinde canlı olmayı aşıp, insan olmaya doğru yol almalıyız. Eğitimle, kültürle, bilimle, sanatla, edebiyatla, felsefeyle, akılla, bilinçle, sevgiyle ve daha bir çok akıl ve duygu olanağı ve ürünüyle yol almalıyız insan olmaya. Hiç bıkıp usanmadan, ölene kadar, her gün, her saat, her an hem de.
Yoksa canlı olabiliriz ve kalabiliriz ama insan olamayız.
Hepimiz dünyada kendine insan diyen ancak insan olamayanların, sadece canlı kalanların farkında değil miyiz, görmüyor muyuz?
29 Ocak 2020
https://bulentyilmazblog.wordpress.com/2020/01/29/canli-olmak-mi-insan-olmak-mi/
Leave a Reply