Posted by: bluesyemre | April 11, 2022

#CemilKavukçu Söyleşisi (#SerkanTürk)

Serkan Türk: Türk edebiyatının en üretken isimlerinden birisiniz. 40 yıllık yazı geçmişinizde her daim heybesine doldurduklarını yazmayı başarmış bir yazar görüyoruz. Umutsuzluğa kapıldığınız, vazgeçtiğiniz, anlaşılmadığınızı hissettiğiniz dönemler oldu mu? Bu süreçleri nasıl aşmayı başardınız?

Cemil Kavukçu: Yazarlığımın ilk on yılı oldukça sıkıntılı geçti. İzmir’de yayımlanan Dönemeç, Ankara’da Karşı Edebiyat ve Yaba dergileri öykülerime sayfalarını açmıştı ama İstanbul dergilerine ulaşmayı bir türlü başaramamıştım. Yazko Edebiyat ve Varlık dergilerine birçok kez öykü göndermeme karşın hiçbir yanıt alamamıştım. Bu dönemde ikisini (Pazar Güneşi/1982 ve Temmuz Suçlu/1992) kendi imkânlarımla bastırdığım üç kitabım çıktı. 1987 yılında Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazandığım Patika ise Varlık Yayınları arasında yayımlandı. Biri ödüllü üç kitabım olmasına karşın edebiyat dünyasında bir varlık gösterememiştim. 90’lı yılların başında Temmuz Suçlu başlıklı dosyamı Varlık Yayınları’na gönderdim. Üç yıl önce ödül aldığım yayınevinin kapılarını bana açacağını sanıyordum. Ama dosyam geri çevrildi. Okunduğunu bile sanmıyorum. Onu da ilk kitabım Pazar Güneşi’nde olduğu gibi kendi imkânlarımla yayımladım. Başa dönmüştüm ve beni nasıl bir düş kırıklığının beklediğini biliyordum. On yılı aşkın bir sürenin muhasebesini yaptım; yazdıklarıma olan inancım sarsılmamıştı ama edebiyat dünyasında kendime bir yer açamayacağım sonucuna varmıştım. 1993 yılında kalemi bıraktım ve bir yılı aşkın süre de elime almadım. Yazmaktan kurtulduğumu sanıyordum, yanılmışım. Bir yıl boyunca yazdığım öyküleri hiçbir dergiye göndermedim. 1995 yılına geldiğimizde başlığını “Uzak Noktalara Doğru” koyduğum bir öykü dosyam oluşmuştu. Yeni düş kırıklıkları yaşamak istemiyordum. Bu nedenle de yayımlatmak için bir girişimde bulunmayacaktım. Ama dosyayı okuyan bir arkadaşımın ısrarlarına fazla dayanamadım ve İstanbul’daki yayınevlerinin kapısını çalmaya karar verdim. İyi ki onu dinlemişim.

Serkan Türk: Her yazar okuduklarının çağrışımlarıyla kendine anlatma olanakları bulan kişidir diyebilir miyiz? Cemil Kavukçu’nun bunca yıldan sonra geri dönüp baktığında karşısına çıkan kitaplar, yazarlar, kahramanlar kimlerdir?

Cemil Kavukçu: Başından beri şuna inanmıştım, okuyarak edinilen bir birikime ulaşmadan yazamazsınız. Yazmaya kalkışsanız da ortaya, benzerleri çokça yazılmış zavallı metinler çıkar. Bana okumayı sevdiren çocukken elimden düşürmediğim çizgi romanlar oldu, hâlâ da keyifle okuyorum. Düzenli ve disiplinli okumaya lise yıllarında geçtim. O dönem başucu yazarlarım Jack London ve John Steinbeck idi. 60’lı yılların sonlarına doğru ise “e” yayınlarının farklı kapak tasarımıyla çıkan kitapları ilgi odağım oldu. Kazancakis’i, Milan Kundera’yı, Bulgakof’u, Kosinsky’yi bu sayede tanıdım. Lise yıllarında ağırlıklı olarak çeviri romanlar okuyordum. O dönem Türk edebiyatına mesafeliydim. Bunun başlıca nedeni müfredat programı, ödev olarak verilen ve özeti çıkarılması istenen romanlar ile bana takan ve kompozisyondan ikmale bırakan edebiyat öğretmenidir diyebilirim. Edebiyatımızla buluşmam üniversite yıllarında oldu. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir okuyor, arkadaşlar arasında tartışıyorduk. Atilla İlhan’ın romanlarının da tiryakisi olmuştum. 1970 yılında Milliyet gazetesinde tefrika olarak yayımlanan Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun “Evlerde Sevgi Yoktu” romanını da anmadan geçemeyeceğim. Tutunamayanlar beni sarsan ve etkileyen bir roman oldu. Ardından Tehlikeli Oyunlar geldi. Okuduklarımın etkisiyle küçük küçük bir şeyler karalamaya başlamıştım. Roman yazmak istiyordum. Öykü bana okur olarak bile uzaktı. Üniversite yıllarında iki roman yazdım ve ikisi de kötü birer Oğuz Atay kopyasıydı. Beni kulağımdan tutup nerede olmam gerektiğini gösteren Sait Faik’in öyküleri oldu.

Serkan Türk: “Beni öyküyle buluşturan Sait Faik’in ‘Bir Bahçe’ öyküsüdür ama yazmaya kışkırtan 70’li yılların başında, üniversite öğrencisiyken okuduğum ‘Tutunamayanlar’ ve ardından gelen ‘Tehlikeli Oyunlar’ olmuştur. İçimde bir yazarla birlikte yaşadığımı çok geç fark ettim. Yaşamımda bazı kırılmalar olmasaydı onunla hiç karşılaşmayabilirdim,” demişsiniz içinizdeki yazarı nasıl keşfettiğinize dair bir soruya yanıt olarak. Sait Faik’in ‘Son Kuşlar’ öyküsünün çocukluğunuzda sizi çok etkilediğini ve sapanınızı sobaya atıp yaktığınızı anlatmıştınız bir konuşmanızda. Yazı dünyanızın arka planını merak eden okurlara neler söylemek istersiniz?

Cemil Kavukçu: Yazı dünyamın arka planında merak edilecek pek bir şey olduğunu sanmıyorum. Yazmayı hiçbir zaman yaşamımın merkezine oturtmadım ve ona bağımlı olmadım. Aslında kendimi bir yazarmışım gibi hissetmedim. Olaylara, durumlara, insanlara edebi bir malzemeymiş gibi bakmadım ve gerçek dünya ile kurgu dünyasını birbirine karıştırmadım. Kendini yazdıracak olan kapımı çaldığında içeri buyur ettim, yeni bir şeyler yazmak için onun peşinden koşmadım. Bilerek ya da farkında olmadan kendimi abartmaktan, beni olduğumdan büyük gösteren aynalara bakmaktan hep korktum. Sanatçı kimliğim bende kalsın, herkes gibi yaşıyorum.

Serkan Türk: “Benim bir çalışma odam yok. Bir masam da yok, çalışma saatim de. Tasarladığım, kafamda tamamlayıp şunu da yazayım dediğim bir öykü de yok. Her şey bende gözlem, izlenim ve etkidir. Bir şey hoşuma gider, bu genellikle görüntüdür ama bir ses de olabilir, müzik de olabilir, arabesk de olabilir, rüzgâr olur, yağmur olur neyse o görüntü bende geçmişe yönelik başka bir şeyi hatırlatır, bir şey canlanır benim gözümde; o bir cümledir, paragraftır, ben onu yazarım yazmazsam gider zaten. O yazdığım bir öyküm değildir ama bir başlangıçtır,” diyorsunuz eski bir söyleşinizde. Yazarlığınızda farklı bir sürece girdiğinizi, olgunlaştığınızı, yazdıklarınızın ciddiye alındığını ne zaman hissettiniz?

Cemil Kavukçu: Uzun süredir bir çalışma odam yoktu. Şimdi var, ama adı çalışma odası. Minik bir kütüphane görünümündeki odamda okumak, hiçbir şey yapmıyorsam bile kitaplara bakmak huzur veriyor bana. Her gün düzenli olarak masanın başına oturanlardan değilim. Oturunca da yazacak bir şey gelmiyor aklıma. En verimli çalışma ortamını amaçsız yürüyüşlerde buluyorum. Masayı ise aldığım notları bilgisayara geçmek için kullanıyorum. Sorunuza gelecek olursak, Uzak Noktalara Doğru kitabım yayımlanınca bir şeylerin değişeceğini hissetmiştim. Ertesi yıl Sait Faik Hikâye Armağanını kazanınca ve Fethi Naci’nin dikkatini çekince ciddiye alındığımı anladım. İlk öykümün 1981 yılında “Sesimiz” dergisinde yayımlanmasından 15 yıl sonra oldu bu.

Serkan Türk: Sizin yapıtlarınıza baktığımızda taşrada ve kentte geçen hikâyeleri harmanladığınızı ve bunu da içtenlikli bir anlatımla yaptığınızı hemen fark ediyoruz. Bunun yanında deniz ve denizcilik öne çıkan kavramlardan. Maviye Boyanmış Sular yıllarla birlikte çeşitli kitaplarınıza giren öykülerin yan yana getirildiği bir kolaj olmuş. Özel kitaplarınızdan biri olduğunu düşündüğüm bu çalışmanızdan bahseder misiniz?

Cemil Kavukçu: Çocukluğum ve ilk gençliğim kasabada geçti. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. Mezun olduktan sonra 1977 yılında Ankara’ya yerleştim ve 2019’a kadar, 42 yıl Ankara’da yaşadım. İş yaşamımın 15 yılında da (1982/1997) sismik araştırma gemisi MTA Sismik-1’de çalıştım. Bu da öykülerime kent-taşra-deniz olarak yansıdı. Uzun süre yaşadığım Ankara ile ilgili öyküm yok denecek kadar az. Bunun neden böyle olduğunu ben de bilmiyorum. Deniz temalı öykülerim 1996’dan sonra yazdığım kitaplarda yer almaya başladı. Bir süre sonra da bu öykülerin birbirinden kopuk durduğunu,  aynı çatı altında toplanmasının daha iyi olacağını düşündüm.  Yayınevim de bu konuda beni destekleyince Maviye Boyanmış Sular çıktı ortaya.

Serkan Türk: Balyozla Balık Avı’nda erkeklerin gözünden anlatılan öyküler okuyoruz. Bazı öyküleriniz gerçekçi bazıları fantastik özellikler taşıyor. Buna rağmen okuru samimiyetle ikna eden, savrulmayan metinler kurgulamışsınız. Bu dozu yakalamak zor oldu mu?

Cemil Kavukçu: Sözünü ettiğiniz dozu yakalamak için kırk yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekti. İlk öykülerimin yer aldığı Pazar Güneşi’nde böyle bir dozdan söz edilemez. Aradan geçen yıllar, yazmamın yanı sıra okuyarak edindiğim birikimin, değişen dünyanın ve yaşam biçimlerinin etkisiyle yeni arayışlara da yönlendirdi beni. Bu, artık farklı şeyler yazmalıyım düşüncesiyle yansımadı kalemime. Kaçınılmaz bir biçimde yıllarla birlikte ben de değişiyordum. Bunun öykülerime yavaş yavaş nüfuz etmeye başladığını fark ettim. Bu yolculuğun varılacak bir erimi olmadığını ve insan ömrüyle sınırlandığını düşünüyorum.

Serkan Türk: At, ayı, karga, kirpi, kaplumbağa, balık, martı. Hayvanlar ve doğa da sizin öykülerinizde kendine yer buluyor. Pandemi sürecinin ilk günlerinde insanların dış dünyayı daha çok dinlediği ve doğaya karşı haksızlık yaptığımızı dillendirdiği bir dönem oldu. Son yılını yeni bir şehirde Ordu’da geçirmiş biri olarak hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?

Cemil Kavukçu: Ordu’ya yerleşmek uzun süredir arzuladığım ve koşulların olgunlaşmasını beklediğim bir düşüm değildi. Hatta böyle bir olasılık hiç yoktu. Bu ani kararda 2019’un başlarında ortaya çıkan sağlık sorunumun etkisi oldu kuşkusuz, ama tamamen buna da bağlı değil. Yaşamımın tekdüzeleşmeye başladığı Ankara’dan sıkıldığımı fark ettim. Bir değişiklik gerekiyordu. Ordu eşimin memleketi.45 yıl önce ilk geldiğimde doğasına vurulduğum, ancak kısa süreli ziyaretlerle yeterince tanıma fırsatı bulamadığım bir kent. Bir geçmişim, anılarım, bıraktığım izler ve arkadaşlarımın olmadığı bu coğrafyaya yerleşmek ve her şeyden uzaklaşmakla yaşamıma bir canlılık geleceğini düşünüyordum. Öyle de oldu. Ankara’dan tam olarak kopmadım, Yarı zamanlı olarak Ankara-Ordu arasında dönüşümlü bir ‘yeni hayat’ düşünmüştüm. Ancak pandemi nedeniyle Ordu’dan çıkamadık. İlk işim bir bisiklet almak oldu. Ordu’da çocukluğumun ıssızlığını buldum. Yarım kalmış bir çocuk romanın vardı, onu tamamladım. Öykülerim konum değişikliğinin tam olarak farkına varmamış olacaklar ki, kapımı çalan olmadı henüz. Ama ben sabırla bekliyorum. Damla, damlamak için kendini tamamlıyor. Okuma tempom her zamankinden daha yüksek burada. Ordu’da olduğum için çok mutluyum.

Serkan Türk: Öykülerinizde baskın izlek yalnızlık, iletişimsizlik ve doğa. Kahramanlarınız çevresiyle uyumsuz tipler. Yaşadığımız toplumun değişen yönlerini yansıtan, tepkilerini ve isteklerini gür sesle göstermeyi beceremeyen, biraz kenarda kalan ya da itilen insanları yazmayı tercih etmişsiniz. İnsan biraz da ne görse onu anlatma ihtiyacı duyuyor diyebilir miyiz?

Cemil Kavukçu: Evet, her gördüğünü değil de kendisine dokunan, canını yakanları seçip anlatma ihtiyacı duyuyor insan. Yalnızlık ve iletişimsizlik çevreyle uyumsuz olmanın başlıca nedenleri arasında. Bunun panzehri de doğa. Doğaya bakmak değil, onu görmek gerekiyor. Çünkü doğa, görebilen için kitaplardan çok daha cömert bir öğretmen.

Serkan Türk: “Son dönemde pek acı çekmeden, sıkıntı çekmeden pat diye bir yerlere gelen, bir yerlere çıkarılan insanlar var. Benim için ‘zaman eleği’ çok önemlidir. O elekten kimler düşecek, kimler kalacak bunu yine zaman belirleyecek. Ön yargı olabilir ama bu elekten bugün için gündemde olan birçok kişinin düşeceğini düşünüyorum,” diyorsunuz bir söyleşinizde. Çağdaş yazarlarla ilgili yaptığınız bu tespitler dikkat çekici. Daha yolun başında olanlara bugünün koşullarına göre neler söylemek istersiniz?

Cemil Kavukçu: Edebiyatın hangi dalında ürün veriyorsanız verin, varış noktası olmayan bir yolculuğa çıktığınızın bilincinde olmanız gerekiyor. Erken gelen başarılar beraberinde büyük bir tehlikeyi de getirir. Yeni arayışlara yönelecek yerde size ün sağlayan yapıtın türevlerini üreterek çıkarıldığınız basamakları inmeye başlayabilirsiniz. Yazarın yazdıklarıyla arasında katıksız bir sevgi ve saygı bağı olmalı; ödülleri, okurları, satış rekorlarını, gündemde olmayı asla düşünmemeli. Bugün medya olanakları kullanılarak bir yazarın niteliğine bakılmaksızın popülerleştirilmesi işten değil. Yazarına geçici bir ün sağlayabilir bu ama payandalar çekildiğinde olduğu yere çöker. Zamana meydan okuyan has edebiyatın ise hiçbir payandaya ihtiyacı yoktur.

Serkan Türk: Cemil Kavukçu’nun kitaplığına dair neler söylersiniz?

Cemil Kavukçu: Kitaplığım Ankara’da. Bir bölümünü Ordu’ya getirdim ama büyük çoğunluğu orada kaldı. Ankara’yı özlüyor musun diye sorsalar, sadece kitaplığımı derim. Önceleri raflara dizdiğim kitaplara hakimdim, kendime göre bir düzen kurmuştum, aradığımı hemen buluyordum. Ama yıldan yıla büyüyüp bir odaya sığmaz olunca, şimdilerde, bazen aklıma takılan bir kitabı bulmakta zorlanıyorum. Kitaplığımın en sevdiğim köşesi de çizgi romanların olduğu bölüm. Çocukluğumun kahramanları Tommiks ve Teksas’ın, Kinova’nın ilk sayıdan itibaren  sayıları var. Ayrıca Teks de önemli bir yer tutuyor. Kitapları, dünya klasikleri,Türk klasikleri, roman, öykü, şiir olarak sınıflandırdım. Dergi arşivim de fena sayılmaz.


Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Categories

%d bloggers like this: